*** SEVGİ YOLU ***
  Kalb cilası MENKİBELER
 

Sultanın Karşısında İken _________________

Birgün İslâm âlimlerinden Ali Dekkak hazretlerine sordular:

-Namazda iken, sinek kovalayan kimse için ne dersiniz?
-Allahü teâlânın huzurundaki edep, Ayaz adındaki bir Türkün, Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin yanındakinden az olmamalıdır. Şöyle anlatırlar:

''Ayaz isminde bir genç, bir gün Sultan Mahmud-i Gaznevi'nin resmi hizmetinde bulunurken, aniden ayakkabısının burnunu salladı. Sultan, Ayaz'ın bu haline şaştı. O zamana kadar kendisinden hiçbir zaman edepsizlik görmemişti. Sultan firasetle, Ayaz'ın bir özrü olduğunu anladı.Memurlarından birisine Ayaz'ı takip edip, durumu incelemesini emretti. Sultanın adamı, Ayaz'ı takip etti.Ayaz bir köşeye çekilip, ayakkabısını çıkardı.İçinden bir akrep düştü. Ayaz,ayakkabısıyla akrebi ezerek,'
- Bugün, bana Sultanın huzurunda edebimi bozdurdun. Bugüne kadar sultanın huzurunda bir edepsizliğim görülmemiştir'' diyordu. Memur, durumu Sultan'a arz etti. Ayaz geri dönünce Sultan:
-Ey Ayaz! Bugün niçin edepsizlik yaptın? Ayağını hareket ettirdin, durdun? dedi. Ayaz özür diler bir eda ile cevap verdi:
- 'Kabahat işlemek hizmetçilerin, kölelerin işindendir.Affetmek ise, sultanların şânındandır''.
-Akrep hikayeniz bize ulaştı, deyince:
-Madem ki, haberiniz oldu anlatayım: Sizin saltanat ni'metlerimize kavuşmuş biriyim .Akrep yedi defa ayağımı soktu, dayandım. Ayağımı oynatmadım. Sekizincisinde takadım kalmadı. Ayağımın ucunu yerden kaldırdım.
Ey kardeşim, iyi dikkat et! Bir sultanın yanında, kölenin, hizmetçinin gösterdiği edebe bak! Bir de makamların en yükseği olan Allahü teâlânın huzurunda ibâdet hâlinde olanların ne edepsizlikler ettiklerini, onlardan ne cüretkâr işler meydana geldiğine bir bak! O zaman, bu ibâdetlerimizden utanmamız gerektiğini hattâ ömür boyu hâyâ sebebi ile başımızı kaldırmamamız lâzım olduğunu anlarsın.

 

 

Namazdaki Ok _________________

Hazret-i Ali, bir harpte iken, ayağına bir ok saplandı. Ok kemiğe girdiği için çıkaramadılar. Doktor, Hazret-i Ali'nin durumunu görünce dedi ki:

- Efendim, ancak seni bayıltmak suretiyle bu oku ayağından çekip çıkarabilirim. Yoksa bunun ağrısına dayanamazsın!

- Bayıltıcı ilâca lüzum yok. Biraz bekleyin, namaz vakti gelsin. Ben, namaza durunca çıkarırsın.

Namaz vakti geldi. Hazret-i Ali namaza durdu. Doktor, Hazret-i Alinin mübarek ayağını yarıp, oku çıkardı, yarayı sardı. Hazret-i Ali, namazı bitirince doktora sordu:

- Oku çıkardın mı?

 

Cüneyd-i Bağdadî ordu ile bir sefere katılmıştı. Sefer sırasında ordu kumandanı ona mücahitlere dağıtılmak üzere gönüllülerce hibe edilmiş bazı eşyalar gönderdi. O da bu eşyaları kabul edip, asker ve gazilerin muhtaçlarına dağıttı. Fakat Cüneyd-i Bağdadi'nin içini bir kınamadır aldı. Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra oturup; "Niçin o şeyleri kabul ettim ve dağıttım? Nefsimi kendinden bir şey dağıtıyormuş gibi göstererek gururlandırmış; mücahitleri de cihad esnasında eşyaya boğarak şımartmış olmayayım!" diye kendi kendini kınamaya başladı.

O sırada uykusu geldi ve uyudu.

Rüyasında, kendisine çok süslü bir takım köşkler gösterildi.

"Bunlar kimin?" diye sordu.

"Gazilere dağıtılan eşya sahiplerinin" denildi.

O anda Hazret-i Cüneyd'in içinden: "Acep bana da bir şey var mı?" diye geçmişti ki, derhal ona, köşklerin en güzeli ve en büyüğü gösterildi ve: "İşte bu senindir." denildi.

Hazret-i Cüneyd: "Bana neden daha güzeli ve daha büyüğü verildi?" diye sorunca, denildi ki: "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Sen ise, o malı kabul etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sigaya ve hesaba çekerek dağıttın. ALLAH nefsini sigaya çekenleri sever. İşte nefsini hesaba çekmenden dolayı sana daha güzel bir köşk verildi."


ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ

Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. ALLAH'a karşı kulluk" vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.

Oduncu, bir gün: «Şunların ALLAH diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi ALLAH'a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek ALLAH rızası için ağacı kesmeye karar verdi.

Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:

— Halkın ALLAH diye taparak ALLAH'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:

— Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.

Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.

Şeytan zahide:

— Ey zahid, sen beni öldüremezsin. ALLAH bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.

Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.

Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:

— Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.

Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:

— Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen ALLAH rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi ALLAH rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.

* * *

_________________ 

Bir kalbe kaç sevgi sığar?



Bir gün Efendimiz Hz.Ali’ye sorar der ;ki

Ya Ali Allah’ı seviyor musun?

Evet Ya Resulullah



Peki beni seviyor musun?

Evet Ya Resulullah



Peki eşini seviyor musun?

Evet Ya Resulullah



Peki çocuklarını seviyor musun?

Evet Ya Resulullah



Peki bunların hepsini bir kalpte nasıl yapıyorsun?

Diye sorunca,Hz.Ali bu beklemediği soru karşısında şaşırmış ve cevap verememişti.Bunu düşünmem gerek diyerek oradan ayrılmıştı.Hz.Ali düşünceli bir şekilde dolaşırken eşi Fatıma düşünceli olduğunu fark ederek kendisine sorar.



Nedir bu hal Ya Ali der.’Eğer bu düşünceliliğin dünyevi kaygılardan dolayı ise sana yakışmaz bırak gitsin.Yok,bu halin Rahman’ı kaygılardan dolayı ise ,anlat birlikte çözüm bulmaya çalışalım der.



Hz.Ali,Efendimizle geçen diyoloğu bir bir Hz. Fatıma’ya anlatır.Hz. Fatıma durumu öğrenince tebessüm eder.

Hz. Aliye der ki;



Ya Ali babama git ve de ki;

Kişi Allah’ı aklıyla ve ruhuyla sever,

Peygamberimizi kalbiyle sever,

Eşini nefsiyle sever,

Çocuklarını şefkatiyle sever.

Hz. Ali aldığı bu cevap karşısında memnun olur ve hemen Efendimizin yanına gelir.Hz. Fatıma’dan öğrendiklerini

Efendimize anlatır.Efendimiz cevabı alınca tebessüm eder.

Ve der ki;

Ya Ali bu bana getirdiğin gül,nübüvvet ağacından koparılmıştır

 

 



Hazret-i Âdem ile Havvâ Vâlidemizin Affedilmesi _________________

Şeytanın iğvâsıyla Cenâb-ı Hakk’ın emrine muhâlefet eden Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemiz, cennetten çıkarılıp dünyâya gönderildiler. Hazret-i Âdem, melekler tarafından Hindistan’ın güneyindeki Seylan Adası’na, Havvâ vâlidemiz ise, Kızıldeniz kenarındaki Cidde şehrinin bulunduğu yere indirilmişti. Bu yüzden uzun bir müddet birbirlerinden ayrı kaldılar. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemiz tevbe ve istiğfâra devâm ettiler. Lâkin bir türlü affa nâil olamıyorlardı. Nihâyet:


اَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ


“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23) diye duâ ettiler. Ayrıca rivâyete göre Fahr-i Kâinât Efendimiz’le tevessülde bulundular. Neticede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine sığınarak O’nun bereketiyle ilâhî affa mazhar oldular. Hadîs-i şerîfte bu husus şöyle anlatılmaktadır:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allâh Teâlâ:

«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Ben’im için mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için Bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin,) Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672)

.

_________________ İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-’ın İlk Hacları ve İnsanları Hacca Dâvet Etmeleri _________________
Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Hazret-i İbrâhîm’e:

“Onu tavâf et!” dedi. Baba-oğul her şavtta70 Hacerü’l-Esved’i istilâm etmek (selâmlamak) sûretiyle Kâbe’yi tavâf ettiler. Makâm-ı İbrâhîm’in arkasında iki rekât namaz kıldılar. Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın rehberliğinde haccın diğer rükünlerini îfâ ettiler. Daha sonra Cebrâîl -aleyhisselâm- Hazret-i İbrâhîm’e insanları hacca dâvet etmesini söyledi. Hazret-i İbrâhîm bunu nasıl yapacağını sorunca:

“–«Ey insanlar, Rabbinizin dâvetine icâbet ediniz!» diye seslenerek bildir.” dedi ve bunu üç kez tekrarladı.

Sonra İbrâhîm -aleyhisselâm- Allâh Teâlâ’ya:

“–Yâ Rabbî, benim sesim bütün insanlara nasıl ulaşabilir?” diye sordu.

Cenâb-ı Hak:

“–Sen nidâ et, onu insanlara ulaştırmak Bana âittir.” buyurdu.

Âyet-i kerîmede bu hakîkate şöyle temas edilmektedir:

وَأَذِّن فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ


“(Ey İbrâhîm!) İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (el-Hacc, 27)

Bundan sonra İbrâhîm -aleyhisselâm- her yıl Mekke’ye gelip haccederdi. Hazret-i İbrâhîm’den sonraki peygamberler ve mü’min olan ümmetleri de Mekke’ye gelip haccetmişlerdir. Ümmetleri helâk olan peygamberler Mekke’ye gelirler, ömürlerinin sonuna kadar orada ibâdet ve tâatle meşgul olurlardı. Böylelikle hacca gelip vefât eden peygamberlerden doksan dokuzunun Makâm-ı İbrâhîm ile Zemzem arasındaki yerde defnedilmiş bulunduğu, yetmiş peygamberin de Mina’daki mescidde namaz kıldıkları rivâyet edilmektedir.

_________________
_________________

 

 

 

Kufe´de bir adam üçüncü Halife Hz. Osman için "Yahudiymiş" diye tutturmuştu. Herkes bunun asılsız olduğunu, imkansız olduğunu söylüyor ama adam bir türlü ikna olmuyordu. Bu konu İmam-ı Azam´a da duyuruldu. "Adamı bu saçma inancından kimse caydıramadı, sununla bir de siz görüşseniz" dendi.

"Hay hay" dedi İmam-ı Azam, bir akşam bu kıza dünürlüğe diye adamın evine gitti. Dereden tepeden konuştuktan sonra sözü esasa getirdi :

- Biz Allah´ın emri, Peygamberin kavliyle kızına dünür geldik.

- Kime istiyorsunuz kızımı, öğrenebilir miyim?

- Kızını istediğimiz kimse son derece ahlâklı, dürüst çok zengin ve alabildiğine cömert, Kur´an´ı ezbere biliyor ve sürekli okuyor... (Bunların hepsi Hz. Osman´ın nitelikleri) Adam sözünü kesti:

- Yeter, bunlardan bir tanesi bile kızımı vermek için yeterli meziyettir.

- Ama bu damat adayının bir kusuru var, kendisi Yahudi.

- Adam parladı:

- Nasıl olur, benim kızımı bir Yahudiye istersiniz?

İmam-ı Azam için artık taşı gediğine koymanın zamanı gelmişti:

- Sen bir kızını yahudiye vermezsin de Hz. Peygamber iki kızını birden bir Yahudiye nasıl verir? deyince adamın artık bir inat ve itiraza mecali kalmadı, bilinen gerçeği kabul etti.

(Hz. Osman peygamberimizin damadıydı, önce bir kızıyla evlenmiş, o ölünce diğer bir kızıyla evlenmişti. Bunun için Hz. Osman´a "Zi´nNureyn" (İki nur sahibi) denmiştir.)

__________________________________

 

 

Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (KSA) Hz.leri'nin oğlu Şeyh Musa (RA) Hz.leri babasından naklen anlatıyor:

"Karada bazı seyahatlarımı yapmaya çıkmıştım, fena halde susamıştım. Fakat etrafta su denilen bir şey yoktu. Biraz sonra, semada bir bulut belirdi. Beni güneşten korumaya başladığı gibi, üzerime çığa benzeyen bir şey yağdırdı. Ondan kana kana içtim, derken bir nur belirdi. O nurun canibinden çağırıldım.

"Ey Abdulkadir! Sen senin Rabbinim. Sana haram olan şeyleri mubah kıldım, senden başkasına yasak ettiğim şeyleri sana helal kıldım." dedi.

Gavsul Azam (KSA) Hz.leri: "Ben Allah (CC) Hz.leri'nin huzurundan kovulmuş olan şeytandan Allah'a (CC) sığınırım. Sus ey lain.'"diye bağırınca baktım ki, o nur karanlık, o surat da duman oluverdi.

Aynı ses bana hitab etti: "Ey Abdulkadir! Sen, ilminin sayesinde Rabbinin hükmü ile, çeşitli oyunuma gelmeyerek kurtuldun. Halbuki ben bu gibi ahvalde ehli tarikten yetmiş kişiyi yoldan çıkarmışımdır." dedi.

Hz. Pir'e (KSA) sordular: "Onun şeytan olduğunu nasıl anladın?"

O da (KSA) cevaben buyurdu: "Sana haram olan şeyleri helal ettim sözünden... Çünkü Allah (CC) Hz.Ieri hiçbir zaman böyle çirkin tekliflerde bulunmaz ve benim Rabbim (CC) tek cihetten değil, bütün cihetlerden hitab eder."

_________________

 _________________

 

Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır
________________________________________
İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice
baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü
de görmüyordu. Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam
bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua
ediyordu:
– Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların
yaprakları sayısınca şükürler olsun!.. Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaştı:
– Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna
rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte,
bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice
zenginlere verilmediği halde sana verilen?
Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:
– Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle
de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti
elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de
Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör,
bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan
eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu
düşününce kendimi tutamıyor da:
– Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların
yaprakları sayısınca şükürler olsun! Diye teşekkürden kendimi alamıyorum.
Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa
aleyhisselam:
– Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen
gözlerinden öper.
Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa
aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:
– Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi
Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber:
– Belli olmuyor mu? deyince:
– Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm
eden Hz. İsa:
– Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik
ayağa kalkar.
Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:
– Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin
ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını
secdeye koyar ve der ki:
– Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü
yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da
lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler
karşısında?
Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa
aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allahın Nebisi işaret eder:
– Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!..
Derler ki:
– Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç birimiz
onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.
– Öyle ise, der, tefekkür edin, siz de düşünün.
Sözünü şöyle bağlar Allahın Nebi’si:
– Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini
mahrumiyette sanır!

_________________

 

 

Mus’ab’ın hâline ağlaması _________________

Hazreti Ali Radıyallahu Anh anlatıyor:
Biz Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile oturuyorduk. Üzerinde kürk parçalarıyla yamanmış bir hırkadan başka bir şey bulunmayan Mus'ab bin Umeyr karşıdan göründü. Bize doğru geliyordu. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu görünce Mus'ab'ın Mekke'deki o eski debdebeli hâlini hatırlayarak ağladı ve sonra şöyle buyurdu:
"Biriniz sabahleyin başka, öğleden sonra başka güzel elbiseler giydiği, önüne bir yemek tabağının konulup diğerinin kaldırıldığı ve evlerinizi bu Kâbe'nin örtüldüğü gibi örtülerle döşediğiniz zaman hâliniz nasıl olur?"
Sahâbe dediler ki:
–Ey Allah'ın Resûlü! Tabiî ki o gün hâlimiz bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim sıkıntımız olmaz ve kendimizi tamamen ibadete veririz."
Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
"Tam aksine; siz bugün o günkünden daha iyisiniz" (Tirmizî)

__________________________________

 

 

İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye (rah) bir grup inkarcı insan gelmişti. Bunlar Allahu Teala'nın varlığını ve alemlerin yaratıcısı olduğunu inkar ediyorlardı. Bu meseleyi İmam-ı Azam'la tartışmak ve müslümanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Adamların niyet ve dertlerini bilen İmam-ı Azam (rah), söze şöyle başladı:

"Bu konuya girmeden önce size bir şey soracağım: Şu Dicle nehrinde bir gemi var. Başında bir kaptan, içinde bir yardımcı eleman yokken, kendi başına hareket ediyor, sahile yanaşıyor, içine yiyecek, içecek ve bir sürü malzeme dolduruyor; sonra kendi başına yol alıyor, gideceği yere gidiyor, bu yükleri orada boşaltıp geri dönüyor. Siz buna ne dersiniz ? Adamlar hep bir ağızdan:

"Bu olacak iş değil, böyle bir şey kesinlikle meydana gelemez. Kendi başına bir geminin bunları yaptığı nerede görülmüş?" dediler. O zaman İmam gereken cevabı verdi:

"Bir geminin tek başına bu işleri yapması imkansız olunca, üstüyle altıyla şu koca kainatın kendi başına kurulması, hareket etmesi, içinde bunca varlıkların yaşaması nasıl mümkün olur? Adamlar sustular, bu alemin ve kendilerinin sahipsiz olmayacağını fark ettiler. (1)

İmamın önünde müslüman oldular

__________________________________

 

Resul- i Ekrem ():

"biraz önce Cebrail (as) yanıma geldi ve dedi ki:

"Ya Muhammed! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kullarından biri, genişliği ve uzunluğu otuz arşın olan denizde bulunan bir dağın tepesinde Rabbine beş yüz sene ibadet etti. Deniz onu her taraftan dört bin fersah kuşatıyordu.Allah Teala ona parmak gibi bir yerden , tatlı su akıtan, çoğalıp dağın eteğinde toplanan bir kaynak çıkardı.Bir nar ağacı , ibadet ettiği her günün gecesinde ona bir nar veriyordu.Akşam olunca abdestini tazeleyip bu narı alarak yiyordu.Sonra namaza kalkıp, eceli geldiğinde secdede iken ruhunu alması için yalvarıyordu."
"Allah onun duasını kabul etti. Biz melekler ona uğrarız, onun hakkında geleceğe ait şu bilgileri elde ederiz:

"O kıyamet günü diriltilip Allah'ın huzuruna çıkarılınca, Allah Teala:

"Kulumu rahmetimle cennete koyunuz" buyurur.kul :

"Ya Rabbi! Ömür boyu işlediğim amelimle cennete gireyim."

Allah Teala yine:

"Kulumu rahmetimle cennete koyunuz"

"Ya Rabbi ! Amelimle girmeyi isterim" deyince:

"Kulumun ameli ile benim verdiğim nimetimi kıyaslayınız" buyurur.Göz nimetinin, beş yüz senelik ibadetten daha ağır geldiği anlaşılır. Allah'ın kuluna verdiği sıhhat nimeti, şükrü eda edilmemiş olarak kalır.Allah Teala:

"Kulumu cehenneme atınız" buyurup cehenneme doğru sürüklenince:

"Ya Rabbi! Rahmetinle beni cennete koy" diye yalvarır.Allah Teala:

"Ey kulum! Sen hiçbir şey değilken seni kim yarattı?"

"Sen yarattın Rabbim!"

"Sana beş yüz sene ibadet etmek için , kim kuvvet verdi?"

" Sen Ya Rabbi"

" Seni koca denizin ortasında bir dağa indiren, sana tuzlu suların ortasında tatlı su çıkaran, senede bir defa meyve veren ağaçtan her gece bir nar bitiren, sen secde halinde ölmeyi arzu ettiğinde, duanı kabul eden kimdir?"

"Sensin Ya Rabbi!"

"İşte bunlar benim rahmetim iledir. Seni de rahmetimle cennetime koyacağım."

"Ey meleklerim! Kulumu cennete koyunuz.Ey kulum! Sen ne iyi bir kulsun buyurur ve onu cennetine koyar. Cebrail (as) sonunda:

"Ya Muhammed! Her şey Allah'ın rahmeti iledir" der.



ALLAH (CC) RAHMETİNİ VE MERHAMETİNİ CÜMLEMİZDEN EKSİK ETMESİN İNŞALLAH!

__________________________________

 

Hz. Ebu Bekirin halifeliği sırasında Medinede büyük bir kıtlık başgöstermişti. Halk ekmek yapmak için buğday bulamaz olmuştu. Hz. Osman da bu sırada Şam’a bir ticaret kafilesi göndermiş, oradan yüz deve yükü buğday satın alarak Medineye getirmişti. Bu miktar, halkın buğday ihtiyacını karşılayabilecek kadardı.
Bazı tüccarlar derhal Hz. Osmana müracat ettiler. Şamdan getirtiği bu buğdayı satın almak istediler. Buğdayın bir ölçüsüne 4 dinar veriyorlardı. Hz. Osman, “Sizden daha fazla veren var” dedi ve buğdayı hiç kimseye satmak istemedi. Tüccarlar bu durumda teklif ettikleri fiyatı artırdılar. Fakat yine Hz. Osmandan, “Sizden daha fazla veren var” cevabını aldılar. Nihayet buğdaya verebilecekleri en yüksek fiyatı verdiler. Fakat yine Hz. Osmanın ağzından “Sizden daha fazla veren var” sözünden başka bir laf çıkmıyordu. Bazıları onun bu tutumunu, fırsat düşkünlüğüne ve çok kazanma hırsına bağlıyordu. Konuyu Halife Hz. Ebu Bekire anlatmaya karar verdiler. Ondan Hz. Osmanla aralarını bulmasını istediler.
Halifenin huzuruna çıkarak durumu olduğu gibi anlattılar. Hz. Ebu Bekir anlatılanları sonuna kadar dinledi ve onlara, “ Bu işte bir gariplik var” dedi. “Bana öyle geliyor ki siz Hz. Osmanın sözünü iyi anlayamadınız. O, halkın ihtiyacını fırsat bilip ondan kâr ve çıkar elde edecek kimse değildir. Böyle davranışının mutlaka bir hikmeti vardır. Haydi beraber gidip konuyu bizzat kendisinden öğrenelim” dedi. Hep birlikte Hz. Osmanın yanına vardılar. Hz. Ebu Bekir tüccarların anlattıklarını Hz. Osmana söyledi. Ona malını niçin verilen fiyata satmadığını sordu. Hz. Osmanın bu soruya cevabı şaşırtıcıydı. Hz. Osman sadece Alllahın hoşnutluğunu kazanmak için buğdayı yoksullara ücretsiz dağıtacağını söyledi.

 

 

PEYGAMBERE BAĞLILIK _________________



Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını telâfi edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu. Bu esnada sevinmesi gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip, sorgusuz sualsiz bağlanan) lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular:

- Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi:

- Allah'ın Resulünün en büyük arzusu amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın yerinde şehadet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm hoşnud olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.

 

 

BAL ŞERBETİ _________________



Bir Ramazan'da Medineli bir müslüman Halife Hz. Ömer'i iftar yemeğine davet etti. Yemek sırasında yalnız Hz. Ömer'e bir kab içinde bir içecek

sunuldu. Hz. Ömer sordu: "Bu nedir?" Ev sahibi cevab verdi: "Bal şerbetidir efendim, sizin için ayırmıştık da..." Hz. Ömer onu içmeyi reddederek şöyle dedi: "Benim yönetimini üstlendiğim halkın çoğu içmek için henüz kuyu suyunu bile bulamazken ben burada bal şerbeti içemem."

_________________

 

EN BÜYÜK CÖMERT _________________



Önemli bir sefer hazırlığı yapılıyordu. Peygamberimiz herkesten yapabileceği yardımı en üst sınırda yapmasını istedi. Hz. Ömer bu isteğe uyarak büyük miktarda bir yardımla Hz. Peygamberin huzuruna çıktı. Hz. Peygamber sordu:

- Ya Ömer, malının ne kadarını yardım olarak getirdin?

Hz. ömer cevap verdi:

- Tam yarısını getirdim ya Resulallah, size getirdiğim kadar da geride var.

Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. O da büyük bir yardımda bulundu. Hz. Peygamber ona da sordu:

- Malının ne kadarını getirdin? Cevap verdi:

- Tamamını getirdim ya Resulallah, evimde Allah ve Resulünün sevgisinden başka bir şey bırakmadım.

Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: - Allah yolunda fedakarlıkta Ebû Bekir'i kimse geçemeyecek.

_________________

 

 

ADAMIN ÖNEMİ _________________



Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu:

- Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?

Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu:

- Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi:

- Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.

 

GURURA KARŞI İLAÇ _________________



Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

- Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?

- Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.

_________________

 

Hz.ebu Bekir-i Siddik(r.a) Karanliklar Beştir;aydinliklar Da Beştir

1. Dünya sevgisi bir karanlıktır;Takva da Onun aydınlığıdır.
2. Günah karanlıktır;Tevbe Onun aydınlığıdır.
3. Kabir karanlıktır;Kelime-i şehadet de Onun aydınlığıdır.
4. Ahiret karanlıktır;Salih amel de Onun aydınlığıdır.
5. Sırat karanlıktır;Tereddütsüz iman da Onun aydınlığıdır
BEŞ ŞEY ZEHİRDİR,BEŞ ŞEY DE ONUN PANZEHRİDİR

1. Dünya öldürücü bir zehirdir;Zühd onun şifasıdır.Zühd:Kişiyi,Allahdan alıkoymayacak şekilde dünyalıktan kifayet miktarı almaktır.Zühd,kuru bir dünya terki değildir.Kalbinden dünya sevgisini çıkarmaktır.Peygamber Efendimiz(s.a.v)ünyada bir garip gibi ya da yol geçen kimse gibi ol! buyurmuştur.
2. Mal,öldürücü bir zehirdir; şifası,zekatını hakkıyla vermektir.
3. Söz,öldürücü bir zehirdir;Allah;ı zikretmekte onun şifasıdır.
Peygamberimiz(s.a.v):Ademoğlunun bütün sözleri Onun aleyhinedir.İyiliği emretmek,kötülükten yasaklamak;Allahı (c.c) zikir hariç buyurmuştur.
4. İnsanın ömrü zehirdir;Onun şifası,Allah a itaattır.ibadetle geçirilmeyen ömür,zehirdir!
5. Seneler,zehirdir;Ramazan ayı da Onun şifasıdır.Geceler zehirdir;Kadir gecesi Onun şifasıdır.

__________________________________

 

 

İKİ ER KİŞİ İLE BİR HATUN KİŞİ



Hacı Bayram Veli, Sultan II. Murad'ın saygı duyduğu manevi önderlerdendi. Hükümdarın Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürid olanlardan vergi almıyordu. Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia ediyordu. Ankara'da kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim" deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, "Gerçek müritlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes vergiden mual tutulmak üzere kabulümdür"dedi.

Hacı Bayram devletine saygılı bir maneviyet büyüğü olarak kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından zaten şikayetçi idi. Mektubu fırsat bilerek müridlik iddiasındaki herkese haber saldı: "Falan gün falan yerde toplanınız" diye. O gün hemen bütün Ankara halkı şeyhlerinin davetine uyarak bildirilen yere akın ettiler. Hacı Bayraı ı bir tepeciğe kurdurduğu siyah kıl bir çadırdan çıkarak kalabalığa sordu: "Beni seviyor musunuz?' Kalabalık hep bir ağızdan karşılık verdi: "Elbette seviyoruz." "Bana yürekten bağlı mısınız? İstesem benim için canınızı verirmisiniz?" Kalabalık cevab verdi: "Canımız senin yoluna feda olsun..." Hacı Bayram bunun üzerine "Bugün bana inananları şu çadırın içinde bir bir kurban edip

canlarını cennete göndereceğim. Şimdi bir kişi çıksın" dedi. Kalabalıktan bir kişi çıktı. Hacı Bayram onu çadıra aldı. Çadırda önceden hazırlattığı koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan dışarıya akıttırdı. Dışardakiler adamın gerçekten kurban edildiğini sanarak ürperdiler. Hacı Bayram dışarı çıktı, "Bir kişi daha gelsin"dedi. Bir adam daha çıktı. Onu da çadıra alıp aynı işlemi yaptı. Sonra dışarı çıktı ve bir kişi daha istedi. İşin şakayla gelir yanı yoktu. Giden gidiyordu. Bu defa bir şaşkınlık ve duraksama görüldü. Yine de bir hanım ileri çıktı. Hacı Bayram onu da çadıra aldı. Aynı olay tekrarlandı. Dördüncü defa Hacı Bayram kurbanlık isteyince tek kişi çıkmadı. Hacı Bayram artık hükümdara cevap verecek durumdaydı:

- Sultanım, vergiden affedilmek üzere gerçek müridlerimi sormuştunuz. Benim gerçek müritlerim iki er kişi ile bir hatun kişiden ibaret üç kişidir.


__________________________________

 

HZ. ALİ'NİN RÜYA YORUMU



Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve

ne anlama geldiğini yormasını rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."


_________________

 _________________

İMAM-I ÂZAM VE KADILIK



Zamanında İmam-ı Azam ile herhangi bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir. Hem derya gibi ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı sayesinde hepsinden kendisi galip çıkıyordu.

Abbasi Halifesi Me'mun İmam-ı Azam'ı Kufe'ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı ve bu niyetini açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına alet olmamak için bu teklifi kabul etmedi.

- Ben kadılık yapamam, dedi.

Halife de herkes de kabul ederdi ki ondan iyi kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı:

- Yalan söylüyorsun, sen kadılık yaparsın!

İmam-ı Azam akan suları durduracak şu cevabı verdi:

- Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan söylediğim için kadılık yapamam, çünkü yalancıdan kadı olmaz. Eğer "yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam, sözümün gereği olarak kadılık yapamam. O halde her iki halde de kadılık yapamam,


_________________

 

KÂFİR Mİ MÜMİN Mİ?

_________________

İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?" Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler. İmam-ı Azam susuyordu: "Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı: "Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah'ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah'ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz kıldığı namaz

cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur'an'da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."

_________________

 

ATEŞ DÜNYADAN GİDİYOR

_________________

Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

- Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

- Ne işin vardı cehennemde?

- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

- Peki, getirdin mi bari?

- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.

 

 

 

ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI

_________________

Behlül Dana birgün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül birşey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi.

Behlül açıkladı:

- Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.

 

 

 

TEVAZU _________________
Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
- İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi.
Müritlerinden biri:
- Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi.
Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
- Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gözleri dolu dolu:
- Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.
Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;
- Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi

 

 

 

Veysel karani hazretlerine biri sorar?
_________________

"Nasılsınız?"
Cevap manidardır
"Akşama çıkacağını bilmeyen biri nasıl olursa."


Sevenleri ısrarla nasihat isterler,o gülümser..
"ALLAH u tealayı bilirmisiniz?"
"Evet "biliriz,
"Öyleyse başka şeyleri bilmesenizde olur.."

"Efendim bir nasihat daha..."
"ALLAH u teala sizi bilirmi?"
"Elbette bilir.."
"Öyleyse başkaları bilmesede olur...........
"

 

 

ALLAH RIZASI

_________________

Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu:

- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun

Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu:

- Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak?

- O zaman bana dilediğini yap

Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi:

- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun


_________________

 

 

HERKES SOYUNA ÇEKER
_________________


Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım

Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz"

Adamın karısı kanaatkar biriydi "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu:

- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?

- Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım

Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar I vezirin sözleri üzerine söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı"

Padişah ikinci vezirine sordu:

- Bu adama ne ceza verelim?

- Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım

Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi

Padişah üçüncü vezire sordu:

- Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?

- Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli

Nurani ihtiyar yine söze karıştı: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı"

Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:

- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?

ihtiyar cevap verdi:

- Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti

Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu


_________________

 _________________

 

EĞRİ MİNARE



Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver"

dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:

- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?

Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:

- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı


__________________________________

 

İYİLİĞİ DÜŞÜNMEK YAPMAK GİBİ SEVABTIR



Geçmiş peygamberlerden biri zamanında ortaya çıkan şiddetli bir kıtlık, insanları kasıp kavuruyordu O kadar ki, bir lokma ekmek,bulmak, bir kese altın bulmaktan daha sevindirici oluyordu

İnsanların çektiği açlık merhamet sahibi kimselerin yüreklerini paralıyordu Böyle bir ortamda yoksul bir derviş, çölde yaptığı bir yolculuk sırasında dağ gibi bir kum yığınına rastladı Kum yığınının önünde durup içinden "Ey Rabbim, ne olurdu şu yığın kumdan oluşacağına undan oluşsaydı da ben onu büyük bir zevk ve cömertlikle aç insanlara dağıtsaydım" diye geçirdi Bunu o kadar samimi olarak düşünmüştü ki, zamanın peygamberine Allah Teâlâ şöyle vahyetti: "Falan dervişe haber ver ki' onun halisane niyeti, gördüğü kum yığını, ona ait bir un yığını imiş de onu benim rızam için açlara dağıtmış gibi kendisine sevap yazmama vesile olmuştur"


_________________

 

Ya Baki olsaydı? Nükte

--------------------------------------------

DERVİŞİN BİRİ SOKAKTAN GEÇERKEN,

EVİNİN ÖNÜNDE ÇAMUR ÇİĞNEYEN BİRİNİ GÖRÜR.

SELAM VERİRİR VE SORAR:

HAYIRDIR NE YAPIYORSUN?

ADAM :

ÇAMUR ÇİĞNİYORUM KERPİÇ(ESKİLERDE TUĞLA YERİNE KULLANILANMALZEME) YAPACAĞIM,NE YAPARSIN DÜNYA FANİ DER

DERVİŞ:

YA O ELİNDEKİ NEDİR DİYE SORAR,

ADAM:

YÜN EĞRİYORUM (YÜNDEN İPLİK YAPMAK) NASILSA ELİM BOŞ DEDİM NE YAPACAKSIN DÜNYA FANİ DER

DERVİŞ:

YA SIRTINDAKİ NEDİR DER

ADAM:

YAYIK, NASILSA ZIPLIYORUM YOĞURDUDA YAYAYIM DEDİM. NE
YAPACAKSIN DÜNYA FANİ DER.

DERVİŞ:

YA AĞZINLA NE OKUYORSUN DER

ADAM:

BOŞ DURACAĞIMA YARINKİ İŞLERİNDE PLANINI YAPIYORUM DÜNYA FANİ NE YACAKSIN DER

DERVİŞ DER Kİ;

BE ADAM,

FANİ FANİ DİYORSUN HER ŞEYİNLE DÜNYALIKLAR İÇİN ÇALIŞIYORSUN,

DÜNYA BAKİ OLSA,

DAHA NE YACAKTIN.




_________________

 

Perdeler kalkınca...

-----------------------------------------------

Vaktiyle bir padişah bir saray yaptırmış Ve sarayın büyük salonunu da bir tezhiple süsletmek istemiş. Ülkeden bu işi ehil iki usta çağırtmış. Salonun orta yerine de bir perde çektirmiş ve onlara ikiniz birbirinizden habersiz en güzel süslemeleri yapacaksınız ancak yaptıklarınız birbirini tamamlar tarzda birbirine yakın olmalı demiş…

Ustalar başlamış çalışmaya..Ustanın biri önce duvara güzel bir cila çekerek ince sanatını konuşturarak bildiği en güzel işlemeleri ile duvarı süslemeye başlamış..Öbür ustada duvara devamlı cilalamış..Sadece cila atmış..Vakit tamam olur padişah gelir bir bakar ki bir tarafta çok güzel nakış nakış işlemiş bir duvar diğer yanda cilalanmış ayna gibi bir duvar..

Padişah sormuş bu ne sanattır usta..Usta cevaben padişahım benim sanatım perde aradan kalktığı zaman belli olacak, emir verin perdeyi kaldırsınlar demiş..Padişah perdeyi kaldırtmış ve diğer ustanın türlü renklerle motiflerle tezhip ettiği duvar cilalanmış ayna gibi duvardan aksetmiş..Müthiş bir görüntü ortaya çıkmış..

İşte bu kalp aynasını zikirle, Kur’anla, Salat ve selamla ibadetlerle cilalatıp parlatırsan ve de masiva perdesini aradan kaldırıp yönünü Hakk’a çevirirsen Cenabı Hakk’ın aşkı, feyzi, muhabbeti, o kalbe tecelli eder ve o kalpten bütün dünyaya yansır.

__________________________________

 

Büyükler, çocukların konuşmalarını yarım yamalak
dinlediklerinden, onların sözlerinde gizli derin anlamları kaçırırlar.

Bizim eve, karıma elbiselerin, örtülerin, çarşafların
söküklerinin dikilmesinde yardım eden bir terzi kadın gelir.
Bu kadın bize geldiği zaman küçük oğlunu da beraberinde
getirir. İşte ben, kalıcı ve derin imanın anlamını bu küçük çocuktan
öğrendim. Onunla uzun zamandan beri arkadaş olduğumdan,
bizim eve geldiğinde biraz sohbet etmeyi ihmal etmem.

Geçenlerde bana yakında güzel bir futbol tuopu alacağını söyledi.
Onu tekrar görüşümde futbol topunu alıp almadığını sordum.
Çocuk cevap verdi: "Hayır efendim, annem şimdilik
topa ayıracak paramız olmadığını söyledi."

Onun bu sözleri, durumlarının yakında düzeleceğine dair
derin inancını gösteriyordu. Bilhassa, kullandığı 'şimdilik'
kelimesinde kuvetli bir güvenin izi seziliyordu.


Bu çocuğun söyledikleri beni uzun uzun düşündürdü. Onu
uzun bir süre görmedim. Günün birinde tekrar rastladım.
Çocuk, bahçede oturmuş, bir karınca yuvasını seyrediyordu.

Yavaşça yanına sokuldum.
Onu konuşturmak için babasından bahis açtım:
"Eve gidince yemekten sonra babanla oynayacak mısın?
Yoksa yemekten sonra hemen yatacak mısın?" diye sordum.
Çocuk ciddiyetle yüzüme baktı ve:
"Babam bir kaza geçirdiğinden hastanede. Şimdilik
babamla oynayamayacağım!" dedi.

Geçen gün yolum, oturdukları mahalleye düştü.
Çocuğu kaldırımda aceleyle yürürken gördüm. Üzerinde temiz
koyu renk bir elbise vardı. "Heyy" diye seslendim.
"Neden bayramlık elbiselerini giydin?
Herhalde hastaneye babanı görmeye gidiyorsun."
Çocuk gülümseyerek başını salladı. Bundan sonra
söylediği sözler, dünyayı içinde yaşamaya değer bir hale getiren,
ölümden sonraki hayata olan imanın bir insan için neler
yapabileceğini anlamama sebep olan sözlerdi.

Çocuğun soruma verdiği cevap şu olmuştu:
"Hayır efendim, hastaneye babamı görmeye gitmiyorum.
Babam geçen hafta öldüğünden, onu şimdilik göremeyeceğim."

__________________

__________

 

_______ Bunda da Bir Hayır Var

--------------------------------------------------------------------------------

Bir zamanlar Afrika daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan iitbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
-Bunda da bir hayır var!
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.

Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
-Bunda da bir hayır var!

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
-Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyünz meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
-Haklıymışsın! dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi.

-Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.
-Ne diyorsun Allah aşkına?diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?

-Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene.

_________________ _________________
KARDEŞLİK


Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; ‘ Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır? ‘
Öğrencilerden biri; ‘ Uzaktaki sürüye bakarım, ‘ demiş,
‘ Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir. ‘
Başka bir öğrenci söz almış ve ‘ Hocam ‘ demiş, ‘ İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır.’
Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve
‘ Siz ne düşünüyorsunuz hocam? ‘ diye sormuşlar.
Bilge kişi şöyle demiş;
‘ Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı, beyaz mı diye ayırmadan ona ‘ bacım ‘ diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, ‘ kardeşim ‘ sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır…

_________________

 _________________

 

 

VAZİFE



Allah-ü Taala’ya ve Hz. Rasulallah’a iman eden şu üç şeyi yapmakla vazifelidir.

1- Allah’ın emirlerini tutmak....

2- Yasak ettiği şeyleri yapmamak...

3- kimsenin elindekine göz dikmemek, doğru çalışmak, haline razı olmak....

İnsan, hayatı boyunca, emir, yasak ve kader çizgisi içindedir. Hiçbir zaman bunların dışına çıkamaz. Dışını Hakkın emirlerine uydurduktan sonra, iç alemi için 3 vazife başlar.

1- İnsan öz varlığı olan kalbine, iç alemine dönmeli...

2- Ruh, iyilik taraftarı olarak, kötülüğe meyilli duran nefsini muhasebe etmeli...

3- Böylece bütün gidişatını, yolunu Allah yolunun hakiki yolcularına uydurmalıdır...






Kaynak: Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA), Fütûh-ul Gayb (Gizliden Sesler

 __________________________________

 

Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış.
'Satıyorum, alan var mı?'

Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

' Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır.

Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

' Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.





__________________________________

 

TERZİNİN TÖVBESİ



Bir terzi Allah dostlarından birine sorar:
-Peygamberimizin, "Allahü teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder" hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz?
Cevap vermeden o kimseye sorar mubarek zat.
- Mesleğin nedir?
-Terziyim, elbise dikerim.
-Terzilikte en kolay şey nedir?
-Makası tutup, kumaş kesmektir.
-Kaç senedir, bu işi yaparsın?
-Otuz senedir.
-Canın gargaraya geldiği zaman kumaş kesebilir misin?
-Hayır, kesemem!
-Bir müddet zahmet çekip, öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın, buyurdu.


__________________________________

 

 

YERMÜK’TE Bİ R KOMUTAN

Hz. Ömer R.A.'ın halifelik döneminin başlarında, Suriye'nin fethi sırasında Yermük mevkiinde Bizanslılar ile müslümanlar arasında çok çetin bir savaş olmuştu (Ağustos, 636). Bu savaşta müslümanların komutanı 'Seyfullah' lakabını taşıyan Halid bin Velid R.A. idi.
İşte bu savaşın kızıştığı sırada, Bizans ordusunun önde gelen komutanlarından Cerece (Yorgi) öne çıkarak, Halid bin Velid R.A.'ı yanına çağırdı. Omuz omuza yanaşmış atları üzerinde iki komutan şöyle konuştular:
- Halid! Bana doğu söyle. Allah'ın, Peygamberiniz'e gökten bir kılıç indirdiğini ve o kılıcı sana verdiğini söylüyorlar. Sen de bu kılıcı kime çekersen onu hezimete uğratırmışsın, doğru mu?
- Hayır. Allah bize Peygamberi'ni gönderdi. O da bizi imana davet etti. Rasulullah A.S. iman ettiğim sırada bana şöyle demişti: 'Sen, Allah'ın müşriklere çektiği bir kılıçsın.' Sonra da zafer kazanmam için bana dua etti. Böylece bana Seyfullah, yani Allah'ın Kılıcı ismi verildi.
- Siz bizi neye davet ediyorsunuz?
- Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed A.S.'ın O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeye. O'nun Allah'tan getirdiği şeyleri kabul etmeye davet ediyoruz.
- Bugün dininize giren kimse sizinle aynı mükâfata erer mi?
- Evet. Bu gün sizden İslâm'a giren, belki bizden üstün olacaktır. Çünkü bizim Peygamberimiz'den gördüğümüzü siz görmediniz.
Bu konuşmadan sonra, Yorgi Hz. Halid bin Velid R.A.'ın yanına geçerek İslâm'a girdi. O'nun çadırında guslederek iki rekat namaz kıldı. Halid bin Velid R.A. ile çıkıp atına bindi. Bizanslılar'la savaşa girişti.
Bizanslılar durumu görünce çok şiddetli bir hücuma geçtiler. Sonuçta savaşı müslümanlar kazanırken, ancak iki rekat namaz kılabilmiş olan general Yorgi o gün şehid olmuştu.

__________________________________

 

 

KABİRDEN ÇIKSA

Evliyanin biri talebeleriyle beraber bir sohbetten dönerken, bir kabristanın yanından geçiyorlarmış. O veli zat bir kabri işaret ederek talebelere sormuş.
- “Şimdi su kabirde yatan sahış kalksa , sizce neler yapar?”
Talebeler en başta saşırmış ancak herkes kendine ait fikri beyan etmiş. Kimisi;
- “Devamlı namaz kılar” demiş , kimisi;
- “Devamlı oruç tutar ” demiş, kimisi;
- ”Bütün malvarlığını ALLAH yolunda sarfedip, sadaka verir” demiş, kimisi de;
- “Hemen hacca gider ve asla günahlara girmez” demiş… Talebelerin fikirleri hep bu minvaldeymiş. O veli zat tebessümle karşılık verip;
- “Elbette hepinizin dediği doğru, şu anda o kabirdeki kimse dirilse namazlarını, oruçlarını ve diğer ibadetlerini daha hassas şekilde yapmaya gayret eder.” ve devam etmiş “O Şahsın tekrar dirilme, buraya gelme imkanı yok, artık o kapı kapalı, fakat siz buradasınız ve kabre doğru gidiyorsunuz, yani sizin kabre gideceğiniz kat’i. O şahsın yapacağını söylediğiniz şeyleri şimdi sizin yapma fırsatınız var.

__________________________________

 

Şemseddin-i Sivasi'nin Menakıh-i İmam-ı azam isimli eserinde şöyle yazılıdır:

İmam-ı a;zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yüzü gayet nurlu olup zühdü, salahı ve ilmi pek çok idi.

Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hâl görmediği için tükrükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek için dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu. Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi.

Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğrenmek için şöyle dedi:
- Yediğin elmam için ne vereceksin?
- Altın gümüş neyim olsa veririm.
- Ben altın gümüş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.
- Teklifin nedir?
- Yapacaksan söyliyeyim...
- İslamiyete uygunsa yapabilirim.
- Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.

Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, (Efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessüm ederek, (Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin.)

İşte bu evlilikten, yani böyle ana babadan imam-ı azam Ebu Hanife hazretleri dünyaya geldi.

__________________________________

 

 

Hasan-ı Basri, kadınları irşad edecek, onlara ALLAH ve Resulü’nü sevdirecek bir insanla hayatına devam etmek istiyordu. Bu sebeple Rabiatül Adeviyye ile evlenmek istedi. Onunla görüşmeleri için aracılar yolladı. Rabiatül Adeviyye bu teklifi duyunca:

Ben dokuz nefsime sahip oldum da, O bir nefisine sahip olamadı mı? Hayır, istemiyorum” deyip aracıları geri yolladı.

Cevabı duyan Hasan-ı Basri Hazretleri:

Eyvah! Teklifimi nefsanî zannetmiş, yanlış anlaşılmışım, deyip, bizzat kendisi yanına gitti.
Ona:

Ya Rabia! Biz seni burada mahcup gördük. Seni için nikâhlayıp, haneme götürmek istedim. Tüm mü’minlerin senden ve senin ilminden istifade etmesini arzuladım, deyince.

Rabiatül Adeviyye: _________________

Eğer benim son nefesimde imanla gideceğime, kabrimde suallere cevap verebileceğime, sırat köprüsünden geçebileceğime dair bir ruhsat, bir imza verebilirsen, hemen kıyalım nikâhımızı, dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basri Hazretleri:

Katiyen böyle bir şey yapamam” deyip ağlayarak evine gitti. Bu olaydan kısa b
ir süre sonra Rabiatül Adeviyye vefat etti. O’nun tabiri ile: “Âşık, maşukuna kavuştu” O sıralarda Selman-ı Farisi (ra) Hazretleri 129 yaşında olduğu halde, Kufe şehrine Hasan-ı Basri Hazretleri ile görüşmeye geldi. Ona -ü Teâlâ’da fani olmanın formüllerini gösterdi. Böylece Hasan-ı Basri Hazretleri, Seyr-i Sülûk’unu tamamladı. Kemale erip, Efendimizin varisi yani Varis-i Nebi oldu. Bir gün Rabiatül Adeviyyenin (ra) kabrinin başına gelerek:

Ah Rabia ah! Öyle ruhsatlar varmış ki; eğer şimdi benden o ruhs
atları isteseydin; İman ile gitmene, Kabir suallerine yardımcı olacağıma, Sırat köprüsünden geçeceğine, Amel defterinin sağdan verileceğine, Livaü’l-Hamd sancağına gideceğine dair, değil imza, mühür basarım mühür... der.

Ehlullahın haber verdiği bu kıssadan anlaşılacağı üzere, ALLAH’ın kendilerine izin ve ruhsat verdiği nice zâtlar, katında Şefaatçi olacaklardır. katında Şefaat etmeye izin verilenler, öncelikle bu Ümmete haliyle, yaşantısıyla örnek olmuş, ışık olmuş Önderler olması icap eder. Zira onlar,ALLAH -ü Teâlâ’yı kullara sevdiren ve kulları da ALLAH’a sevdiren Önderlerdir. Mürşid-i Kamil olmanın kendisine uyanlara ne gibi bir şahsiyet kazandıracağı hakkında, Rabia (ks) ile Hasan Basri (ks) arasında geçen bir hadiseyi anlatarak, Kamil Mürşidin Hak Teâlâ katında ulaştığı mertebelerin ehemmiyetine işaret etmektedir.




Hz. Ömer devrinde bir genç vardı. Bu genç mescidden hiç ayrılmazdı. Sanki o bir mescid kuşuydu. İbadetine dikkatli, nafileleriyle de (cc)’a yaklaşanlardan olduğu her halinden belliydi. Bir ara, Hz. Ömer (ra) bu genci mescidde göremez oldu.



Zaten, cemaatin bazı mezheplere göre farz, bazılarına göre namazdan bir rükün ve en azından sünnet-i müekkede olmasının ve bir imam arkasında namaz kılmanın hikmetlerinden biri de bu değil mi? İmam arkasına dönüp cemaatini süzecek ve gelmeyen varsa onu soracak… hele bu imam Hz. Ömer (ra), cemaat de ashap olursa.. Ömer, cemaat ne kadar kalabalık olursa olsun cemaatini çok iyi tanır ve adeta hergün onları kontrol ederdi. İşte bu genci görmeyince de böyle sormuştu: “Acaba falanca gence ne oldu, bir-iki gündür mescidde göremiyorum.” Cemaat önce cevap vermek istememiş ve herkes gözlerini yere çevirmişti Ömer’le göz göze gelmemek için. Hz. Ömer (ra), cemaatteki bu garipliği görünce sorusunu tekrar eder ve içlerinden biri cevap verir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Onu, uygunsuz bir yere giden yolda ölü olarak bulduk. Seni üzmemek için hemen namazını kılıp gömdük.”



Hz. Ömer işi anlar. Sanki Ömer’in gözünden perde kalkmış ve genci asıl mahiyetiyle görmüş gibidir. Hadisenin aslı şıdır:



Bu genç mescide gelip giderken, evi o yolun üzerinde olan bir kadın, gence musallat olmuştur. Genç bekardır ve kadın, onu yoldan çıkarabilmek için şeytanın bütün oyunlarını kullanmaktadır. Ancak her defasında genç ondan gelen tekliflere karşı mukavemet eder, dayanır ve günaha girmekten kurtulur.



Ne var ki her insanın bir zayıf anı olur. İşte o gün de o gencin zayıf anıdır. Kadın bütün aşüfteliğiyle ona işaret edince genç dayanamaz ve o eve doğru bir-iki adım atar. Birden dudaklarında, gayr-i ihtiyari bir ayetin temessülünü hisseder. Yani genç gayr-i ihtiyari olarak bu ayeti devamlı ve ısrarla okumaya başlar. Önce farkına varmadan diline dolanan bu ayet, farkına vardığı anda işini bitirmeye yetmiştir. O semavi saika gibi gelen ayet şudur:



“Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar, kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesevese geldiği zaman hemen ’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (Araf, 7/20)



Genç sanki kendisine bu ayetler yeniden nazil oluyor gibi bir ruh haleti içine girer: Niyet ettiği işten dolayı Rabbinden çok utanır, haya eder.. Rabbinin ona olan bunca ihsanını unutup bir an dahi olsa günaha meylinden dolayı ürperir.. ve hele sürçme anında bile Rabbinin onu nefsiyle baş başa bırakmayıp diline saldığı ayetle onu kendisine çevirmesi bu ışık insanı öylesine heyecanlandırır ki, kalb balansı bu lahuti heyecana dayanamaz; O’nu anar ve ötelere yürür.



Hz. Ömer (ra), gencin serancamesini öğrenince hemen onun kabrine koşar. Kabre doğru eğilir ve sesi çıktığınca bağırır:



“Ey genç! Rabbinden korkanlar için iki cennet vardır” der. Tam bu esnada Ömer (ra)’in sesine denk gür bir ses daha duyulur ve adeta makber lerzeye gelir. Bu ses, o gence aittir ve şöyle demektedir: “Ey Mü’minlerin Emiri! bana senin dediğinin iki katını lütfetti” bu ses ister bu gence ait olsun isterse onun yerine bir melek konuşmuş bulunsun veya bunların hiçbiri olmasın da, sema lerzeye gelip bu sözleri söylesin, fark etmez. Genç,Allah (cc)’tan

korkmasının mükafatını iki kat olarak görmüştür

__________________________________

 

Harun Reşit Veziri ile birlikte tedbili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:

- Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?

- Hurma fidanları dikiyorum.

- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?

- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye başlar.

- Peki onların meyvelerini görebilecekmisin?

- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.

Bu cevap Harun Reşid’in hoşuna gider ve bir kese altın verir. İhtiyar, Allah’a hamdeder ve:

- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi.

Bu söz üzerine Harun Reşid bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah’a hamdeder ve:

- Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsül verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi hemde senede iki defa ürün vermeye başladı.

__________________________________

 

Fatih Sultan Mehmet istanbul’u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz 21 yaşında bulunan hükümdar, İstanbul’un fethine girişmeden önce, halkını imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, Osmanlı’nın başşehri olan Edirne’de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi. Fatih’i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam:

- “Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir,” dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı… İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı… Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah’a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:

- “Ya Rabbi sana hamdolsun… Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans’ı, dünyayı bile fethederim, dedi ve istanbul’un Fetih planlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin Hazretlerinin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul fetholunduktan sonra, Osmanlı imparatorluğunun merkezi Edirne’den İstanbul’a taşındı.

__________________________________

 

Muhammed bin İdris henüz dört yaşındadır. Tevafuk bu ya, o gün kadı efendinin sokaklarından geçeceği tutar. Tam o sıra iki öfkeli adam bir garibi sürükler, kadı efendinin önüne yıkarlar. Muhammed akranlarıyla birlikte hadise mahalline koşar. Davacılardan biri alel acele anlatmaya başlar:

- Efendim biz üç arkadaştık. Birlikte bir iş yaptık ve iyice bir para kazandık. Yalanı yok ya birbirimize itimadımız yoktu. Paramızı hepimizin güveneceği birine ,yani buna emanet ettik ve altını çize çize ,üçümüz birlikte gelmedikçe vermeyeceksin diye tembihledik. Ama o bize hıyanet etti.

Kadı yaka paça sürüklenen adama bakar:

- Doğru mu söylüyor bunlar?

- Doğru efendim ama eksik.

- Nasıl yani?

- Evet bunlar dün akşam bana bir kese para bıraktılar ve birlikte gelmedikçe hiçbirimize verme dediler. Ancak henüz 50 adım bile gitmeden içlerinden biri geri geldi ve altınları istedi. Uzaktan Bakın veriyorum diye bağırdım, bu ikisi de kafa sallayıp Tamam dediler. Söyleyin başka ne yapabilirdim ki?

Kadı bu kez diğerlerine döner:

- Peki buna ne diyeceksiniz?

- Onu da açıklayalım. Keseyi emanet edip giderken şimdi burada olmayan arkadaşımız aniden durdu. Bütün paramızı emanetçiye bıraktık ama bu akşam ne yiyeceğiz? dedi. Biz de harcanacak kadar bir şeyler almasına izin verdik. Hepsini alıp kaybolacağını nereden bilebilirdik?

- Hımmm şimdi iş vuzuha erdi. Arkadaşınız paraları alıp kaçtı desenize.

- Evet ama biz emanet verdiğimiz adamı tanırız. Ona üstüne basa basa üçümüz birlikte gelmedikçe verme dedik mi, dedik. O da bunu kabul etti mi, etti. Gözünü açaydı, aldanmasaydı. Madem bir saflık yaptı, ceremesini çeksin, bedeli kesesinden ödesin.

Ödesin demek kolaydır ama delikanlı sözkonusu parayı verecek güçte değildir. Zaten üzgün ve bitkindir. Ağlamamak için dudaklarını ısırır ve büyük bir teslimiyetle boynunu büker. Zor duyulan titrek bir sesle Hatalıyım efendim der, cezama razıyım. Hava bir anda emanetçinin aleyhine döner. Merhametli kadı gözlerini kısar, sakalını sıvazlar. Bir çıkış yolu arar… Arar ama nereye kadar?

İşte tam o sıra küçük dinleyici bedbin gencin elinden tutar. Ağlama be amca der, kendini niye üzüyorsun ki?

- Nasıl üzülmem be gülüm, başıma gelenleri duydun işte.

- Sen gel beni dinle ve de ki: Kese bende.

- Haydi istediğin gibi olsun . Diyelim ki kese bende.

- Emaneti almaları için bunların üç kişi olmaları gerekmiyor mu?

- Gerekiyor.

- Öyleyse söyle onlara getirsinler arkadaşlarını, alsınlar paralarını!

Ne berrak bir muhakeme ve ne müthiş zeka değil mi? Eh, yıllar sonra İmam-ı şafii diye anılacak bir çocuk başka nasıl olabilir ki?

__________________________________

Venedik elçisi Antoni Jüstiniani, Yavuz Sultan Selim’in yanına gider. Yeri öpüp itimatnamesini sunar. ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı cihan padişahının nasıl birisi olduğunu sorar.

- “Göremedim” der Jüstiniani? Merak ederler. Odasına girdiğin, yanına kadar gittiğin halde nasıl göremedin? şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır.

- “Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.” Elçinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar:

- “Paşalarım, Osmanlı’nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima önde olur. Ama Allah korusun, bu kılıç kınına girer ve paslanmaya başlarsa, o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakar” der.

 



_________________

Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.

Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir:

"Ey devlet büyüğünün oğlu! Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."

Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince

Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi.

"Evet, alırım" deyince de

ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar. "Var" cevabını alınca da, "Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.

Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir.

"Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise, "Epey uzun sürdü" karşılığını verir.

"Neden her imkâna sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de,

"Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. işte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.

Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Mademki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"

Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Allah dostu Hasan Basri'nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır.

Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:

"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar.

"Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca,

"Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Hâlbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omurlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü'minler arasında Allah'a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"

Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî'nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah'a ibadet etmeye karar verir...

__________________________________

Hz.Ali'nin agabeyi Cafer b. Ebu Talib'in oglu Abdullah, sicak bir gunde, bir kabilenin hurmaligina inmisti.

Abdullah burada dinlenirken, hurmalikta calisan koleye, yemek vakti uc parca ekmek geldigini gordu. Adam ekmeklerden birini agzina goturmek uzereydi ki,

birden onunde acligi her halinden belli bir kopek belirdi. Kole elindeki ekmegi kopegin onune atti. Kopek ekmegi derhal yedi.Kole ekmegin ikinci parcasini da atti. Kopek bunu da bir kerede sildi supurdu. Kole bunun uzerine ucuncu parcayi da kopege verdi. Kalkip, yeniden isine donmek uzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklasip

sordu:

"Ey kole, bugunku yiyecegin ne kadardi?"

Kole sikilarak cevap verdi:

"Iste bu uc parca ekmek."

"O halde neden kendine hic ayirmadin?"

"Baktim ki, hayvan cok ac. O halde birakmak istemedim."

"Peki sen ne yiyeceksin simdi?"

"Oruc tutacagim."

Bunun uzerine, Abdullah b. Cafer, koleden sahibini, evinin nerede oldugunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmaligi icindeki koleyle birlikte satin aldi.

Sonra dondu, koleye bu tarlayi ve onu sahibinden satin aldigini soyledi ve ekledi:

"Seni azad ediyorum. Bu hurmaligi da sana hediye ediyorum."

Comertligiyle meshur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha comert birini taniyip tanimadigi soruldugunda, bu olayi anlatir ve:

"Ama o kopege topu topu uc parca ekmek vermis; sense ona koskoca bir hurmaligi ve hurriyetini vermissin" dediklerinde, su karsiligi verirdi:

"Ama o elindeki herseyi verdi; ben ise elimdekinin bir kismini..."

__________________________________



Hz. Süleyman (a.s.) İle Karınca


Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da,

- "Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir.

Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler.

Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır.

Acaba neden yemedi?

Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.

Karınca da, "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah(c.c) verirdi. Ben de O' na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim.

Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek,diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi.


_________________
_________________

Adamin biri bir kadina tutulur. Günun birinde kadin bir is icin yolculuga cikar. Adam pesine takilir. Kafilenin mola verdigi bir sirada yol arkadaslarinin uykuya dalmalarini firsat bilerek kadinla basbasa kalmayi basaran asik ona sirrini acar.

Kadin adama: "bak bakalim herkez uyuyormu" der.

Bu sözü, karsi tarafin arzusuna ram olmak üzere oldugu sekilde yorumliyarak sevince kapilan asil derhal yerinden firlayarak kafilenin etrafinda bir tut atar. Herkezin misil misil uyudugunu görür. Kadinin yanina dönerek "evet, herkez uyuyor" der.

Bunun üzerine kadin adama: "acaba ALLAH hakkinda ne dersin, o da mi uyuyor?" diye sorar.

Adam "ALLAH uyumaz. O´nu hic bir zaman ne uyku ve nede uyuklama hali yakalamaz" diye karsilik verir.

O zamankadin der ki "insanlar bizi görmüyorsada su anda uykuda olmayan ve hic bir zaman uyumayan ALLAH bizi görüyor. Buna göre asil O´ndan korkmaliyiz"

Kadinin bu sözleri üzerine adam korkarak tuttugu kötü yoldan vazgecer de kadinin yanindan ayrilir, evine döner.

Öldügü zaman bir tanidigi onu rüyasinda görür, "ALLAH sana nasil muamele etti" diye sorar.

Adam: "ALLAH´dan korkarak o günahi islemedigim icin O beni affetti" diye cevap verir.

__________________________________


Azraİlİn GÜzellİĞi


Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra-

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler
gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:


-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.

-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım.

O'nu üzmemeye çalışarak:

-"Doktora ulaşmak kolaydır" dedim. "Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün
ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:


-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

- "Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (Sallallahu Aleyhi Ve sellem) sana yeter." O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. " *Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?*.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na:

-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

-"Doktor bey... Azrail bana nasıl görünecek?"

-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir." Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:


-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce harıka bir olay yaşandı!" dedi ve devam etti:


-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:


-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!...



__________________________________

Padişahın işi ne


Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a’zam Siyavuş paşa sorar:
- Hayrola sultanım canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Hızlı ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Ahali ile aralarında şöyle konuşma geçer:
- Kimdir bu?
- Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!
- Nereden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

Bir başkası tafsilata girer. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerede namlı, mimli kadın varsa takar peşine.

Hele yaşlının biri çok öfkelidir; isterseniz komşulara sorun, der, sorun bakalım onu cemaatte bir gören olmuş mu?

Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah sorar:
- Nereye?
- Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlasak gerek.

- İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naşı kaldırmalıyız en azından.
- Yapmayın sultanım, bunun yıkanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya‘dan Süleymaniye’den, en azından Fatih camiinden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez.

Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına koyarlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım der, yanlış yapıyoruz galiba! Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı, yetimleri vardır.
- Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın aralar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöküp ellerini şakaklarına dayar. Biliyor musun oğlum diye dertli dertli söylenir! Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.

Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı diye sorar, onlar da aldın derlerdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek dedikten sonra çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal, Huccetül İslam okurdum ..

- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün, bak efendi dedim, sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
- Doğru öyle ya!
- Kimseye zahmetim olmasın, diye mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun dedi. Hem padişahın işi ne?

Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalb ile boyun büker ümmet-i Muhammede, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.

İşte nalıncı baba o adsız şânsız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evinin bahçesine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanında, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.


__________________________________


On çinli müslüman

Resûlullah ((S.A.V).) rüyamda göründüler ve: "Bugün burada bir çinli vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin." buyurdular.
Bundan altı, yedi ay önce Çin'in değişik bölgelerinden
on kişi Istanbul'a gelir. Bu on kişi sıradan insanlar degildir.
Bunların ortak özelikleri yeni Müslüman olmalarıdır. Umre için İstanbul üzerinden Arabistan'a gideceklerdi. Hepsi de yeni Müslüman olmuŞ. Kimi yirmi gün önce, kimi bir ay, en uzağı iki ay önce Müslüman olmuştu. Ne yeterince islâmî bilgileri vardı, ne de yapacakları umre ile ilgili bir bilgileri.Yanlarına,kendilerine yardımcı olacak, hem Çince'yi,
hem Arapça'yı iyi bilen, hem de islâmî bilgisi olan birini rehber olarak alacaklardı. Mevlâ'mızınn takdiri, türkistan'daki Çin zulmünden kaçıp istanbul'a
yerleşmiş bir Uygur kardeşimiz, bu on Çinliye rehber oldu.
Bundan sonra hâdiseyi bu kardeşimizden dileyelim.
bahsi geçen kardeşimiz şu anda bizim yanımızda bulunmaktadır.

- "Yeni Müslüman olmuş bu on Çinli ile birlikte yola
çıktık. Kısa zamanda aramızda iyi bir dostluk kuruldu. Yeni mü'min olmuş bu insanlar,büyük bir heyecan yaşıyorlardı
Hiçbirinin islâmî bilgisi yoktu. Hatta namazda okuyacakları
sûreleri bilmedikleri gibi Fatiha'yı bile bilmiyorlardı. Bazı
zikirleri yaptırmaya çalışıyor, ancak Çince telâffuz zor olduğu için zikirleri tam okuyamıyorlardı.

Namazlarda sadece "Elhamdülillah, Allahu Ekber" diyebiliyorlardı. Bana sormuşlardı "Ne yapalım?" diye.
ben de onların kimine "Elhamdülillah", kimine "Lâ ilâhe illAllah"
ve benzeri zikirleri öğretmeye çalışıyordum. Onlar da
namazlarda bunları söylüyorlardı.

Önce Mekke'ye gittik. Kâbe'de onların hâli görülmeye
değerdi. Yeni doğmuş çocuklar misali heyecan ve neşe içinde, kâh ağlıyor, kâh gülüyorlardı.

İsimlerini değiştirmiştik: Muhammed (Çan Çing)
Hasan, (Çun Fang) gibi her biri yeni ismi ile çağrılıyordu. On Çinli kardeşimizden biri olan Muhammed de bir farklılık vardı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Her namazını
gözleri yaşlı olarak bitiriyordu. İyice dikkat ettim. Evet,
Muhammed namazlarında ağlıyordu. Bana da sürekli sorular soruyorlar, İslâm hakkında bilgi ediniyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla onlara bilgiler veriyordum.
Bir gün Muhammed sordu:
İçki nedir, içkiye dinimiz nasıl bakar?
- Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır, içilmesi,
yapılması, taşınması, satılması yasaktır.

Kaldığımız otele gelmiştik. Muhammed bir
telefon edeceğini söyledi ve ona memleketine telefon etme imkânı sağladık. Çin'deki kardeşini arıyordu,kardeşine aynen şöyle diyordu:

- içki fabrikamızı kapat, Allah'ımız öyle emretmiş. Bize bu emre uymak düşer. Kardeşi bunu yapamayacağını, birçok
bağlantısının olduğunu, durup dururken, kapatırlarsa, yüz binlerce dolar zarar edeceklerini, hiç olmazsa
kendisine biraz zaman vermesini söyler. Fakat Muhammed kararlıdır:
- Allah emretmiş, bize uymak düşer. Fabrikayı hemen
kapat, ben gelince borçları hallederim.
içki fabrikası kapanıyor. Mekke'deki ibadetlerimize
devam ediyoruz.
Yine bir gün bana sordukları sorularda
çıkardıkları bir neticeyi açıklarlar:
_Kadın modası, kadınları yarı çıplak
resmetmek gibi faaliyetler de dinimizde yasak mıdır?

- Evet yasaktır. Aynı gün ötele geldiğimizde yine Çin'i
aradı ve bu sefer de kardeşine moda evinin kapatılması emrini verdi.
Kardeşi yine itiraz etti, ancak Muhammed ne itiraz dinledi, ne de kararından vazgeçti.

- Rabbimiz emretti ise, bize bu emre uymak düşer. Mekke'deki ziyaretimizi bitirdik ve Medine'ye gittik.

Medine'de bir sabah namazı. Efendimizin "Burası cennet
bahçesidir." buyurduğu yerde sabah namazının farzını
kılıyoruz.
Muhammed benim yanımda. Diğer Çinli kardeşlerimizle
aynı saftayız. ilk secdeye varıyoruz, secdeden kalkıyoruz, ikinci secdeye varıyoruz, sonra kıyama kalkıyoruz. O da ne?

Muhammed hâlâ secdede, kalkmadı. Tekrar secde ediyoruz,
ettahiyyatı okuyoruz ve selâm veriyoruz. Muhammed hâlâ secdede. Düşündüm ki,yorgunluktan ve uykusuzluktan bazen insana bir geçkinlik geliyor,Muhammed'e de secdede böyle bir şey oldu, uyudu. Elimi uzattım,omzuna dokundum ve hafifçe çekeyim dedim ki, sağ tarafının üzerine yuvarlandı. Muhammed'in ölmüş olabileceğini düşündüm. Olay duyulmuştu. Görevliler müdahalede bulundular,
dışarı çıkardılar, bir ambulansa koyarak hastaneye götürdüler. Biz de gittik.
Hastanedeki ilk muayenede çoktan vefat ettiğini söylediler. Muhammed'i hastanenin morguna kaldırdılar.

Çinli kardeşlerimle birlikte hastanenin önünde ne
yapacağımızı bilemez bir hâlde üzüntü içinde bulunuyorduk. O sırada bir araba ile makam mevki sahibi bir zat geldi. Herkes onu hürmetle karşıladı, sonradan öğrendik ki bu zat Medine'nin ileri gelen yöneticilerinden biri idi. Hastane
yetkililerine sordu:
- "Bugün burada ölen bir Çinli var mı?"
_ "Evet", cevabı alınca şu açıklamada bulundu:
- "Dün gece Efendimiz rüyamda bana göründü ve buyurdular ki,
- "Yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek, onun
cenazesi ile ilgilenin."

Bir anda her şey değişti. Muhammed'i morgdan
aldılar, bir devlet yetkilisine yapılanlardan daha fazlasını yaptılar. Cennetü'l Bakî'ye defnettiler.

Bu hâdiseyi bizzat yaşayan ve onlara rehberlik yapan Doğu
Türkistanlı kardeşimiz hâdiseyi bu şekilde anlattı.

Teslimiyeti gördük değil mi? "Rabbim emrettiyse, bize uygulamak düşer."
Zararmış, ziyanmış, önemi yok. Rabbimiz emretmiş
ve iş bitmiştir. İşte sahabe inancı. Bu Çinli kardeşimiz de o inanca ulaştı ulaşmasına; ancak dünyada fazla kalamadı. Çünkü bu dünya pisliğinin içinde fazla kalamazdı ve kalmadı da. Efendimizin de ilgisine mazhar oldu. Ne mutlu bu Çinli kardeşimize, ruhu için elfatiha.

Bu hâdiseyi niçin anlattık? Bu hâdiseden çıkaracağımız dersler var da onun için anlattık. Bu Çinli kardeşlerimiz, internet sayesinde İslâm ile şereflendi. Gerek ülkemizde, gerekse dünya üzerinde bir kıvılcım bekleyen nice insanlar var. Bizim yapmamız gereken; bizden bir ışık, bir kıvılcım bekleyenlere bir an önce ulaşmak. Alınacak önemli derse gelince, bir sigaradan, bir markadan ya da herhangi bir lüksünden vazgeçemeyen mü'minler, şu Çinli Muhammed'i okuyun.
Bakın teslimiyete. "Emir Mevlâ'dan ise, bize uymak düşer."
Ey bir sigarayı feda edemeyen mü'min kardeşim! Çinli Muhammed'e bak! O bir anda koskoca bir fabrikayı nasıl feda etti?

__________________________________

Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.

Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir:

"Ey devlet büyüğünün oğlu! Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."

Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince

Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi.

"Evet, alırım" deyince de

ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar. "Var" cevabını alınca da, "Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.

Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir.

"Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise, "Epey uzun sürdü" karşılığını verir.

"Neden her imkâna sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de,

"Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. işte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.

Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Mademki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"

Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Allah dostu Hasan Basri'nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır.

Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:

"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar.

"Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca,

"Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Hâlbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omurlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü'minler arasında Allah'a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"

Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî'nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah'a ibadet etmeye karar verir...

 

 __________________________________

İLGİNÇ VE ZEKİCE BİR CEVAP

Yasli kadin oldukça dini bütün bir insanmis.. Her sabah kapisinin

önüne çikar ve bagira bagira dua edermis:

"Allah'ım bize verdiklerin için sana sükürler olsun!"

Ve ardindan her seferinde de yan komsusunun sesi duyulurmus:

"Allah yok kadiiin Allah yok!!!" (HAŞA)

Yasli teyze ne kadar sinirlense de yine her sabah dua edermis,

öteki komsu da inadindan her seferinde ona öyle bagirirmis..

Neyse.. Bir aksam, komsusu yasli teyzeye bir oyun etmeye kalkmis..

Markete gidip bi sürü meyve sebze, ekmek vs. alip torbalara

doldurmus, yasli teyzenin kapisinin önüne birakmis...

Ertesi sabah teyze kapiyi açip da yiyecekleri görünce çok sasirmis

ve sevinçle bagirmis:

"Sana sükürler olsun Allah'ım, bu gönderdigin yiyecekler için sana

sükürler olsun!!!"

Ve agacin arkasindan onu seyreden komsusu seslenmis:

"Allah yok kadiiin Allah yok!!! (HAŞA) O yiyecekleri ben aldiiiiiim!!!"

Yasli teyze hiç istifini bozmamis:

"Yüce Allah'ım sana ne kadar sükretsem azdır!!!! Hem bu yiyecekleri

göndermissin, hem de parasini ŞEYTANA ödetmissin!!!"

"Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Allah(c.c)'ın rızası dairesinde hareket ediniz."

 __________________________________

Hz Ali'nin Rüya Yorumu

 

Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve

ne anlama geldiğini yormasını rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına

__________________________________


ELHAMDÜLİLLAH!

Büyük İslâm Hukuku Âlimi, Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin (VIII. yüzyıl) ilmî fa‘âliyetleri yanında ticâretle de meşgul zengin bir zât olduğu ma’lûmdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescidde talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticârî işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi:

- Yâ İmâm, senin ticâret Mallarını taşıyan gemin battı!...

İmâm-ı A’zam bir anlık sessizlikten sonra:

- Elhamdülillah dedi.

Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi:

- Yâ İmâm, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş.

İmam bu yeni habere de:

- Elhamdülillah, diyerek mukābele etti. Haberi getiren kişi bu hâle hayret etti:

- Yâ İmâm, gemin battı diye haber getirdim Elhamdülillâh dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine Elhamdülillah dedin. Bu nasıl hâl böyle?

İmâm-ı A’zam Hazretleri îzâh etti:

- Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle ’a hamd ettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu hâli lutfettiği için de ’a şükrettim.


__________________________________

 
  Toplam 75755 ziyaretçi (140729 klik) burdaydı! ARAMADIN KI, BULASIN.....  
 
***"Bir damla gözyaşında saklı “Can” ,,, Bir damla gözyaşı “Can”a hayat bulduran ..."*** "Suskunluğumu en güzel dua kıl YA RABB! ...."*** Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol